Sosyal Bilimler ve Kadınların Bilme Biçimleri
Sosyal bilim alanında çalışan bir kadın için en zor işlerden biri, erkek egemen bilme biçimleri içinde kendine yer açmak, söylediğinin duyulmasını sağlamaktır. Çünkü erkek egemen, endüstriyel ve kapitalist bir kültür içinde yeşermiş olan sosyal bilimlerin, bilmek ile ilgili varsaydığı her şey kadınların bilme biçimlerini sosyal bilimlerin dışında tutar.
Erkek egemen sosyal bilim ve sosyal bilimin kadınlara yaklaşımı hakkında yazmak belki de hiç olmadığı kadar kişisel yazmamı gerektiriyor. Böyle bir yazıda, jineoloji kadar ciddi bir meseleden bahsetmenin arifesinde, benden beklenenin akademik kişiliğime uygun bir “bilimsellik” olduğundan korkuyorum. Oysa feminizm kişisel olanın politikliğine vurgu yapar. Kişisel olarak yaşadıklarımızın, bireysel olarak başımıza gelenlerin, aslında toplumsal meseleler sonucunda gerçekleştiğini hatırlatır ve kişisel varsaydığımız talihimizi, acımızı, ihtiyacımızı, sezgimizi siyasi bir talep, örgütlenme ve mücadeleye devşirmemizi öğütler. Bu öğüdü ya da bu daveti, bazen belki de kendini haddinden fazla kurcalayarak, ciddiye almaktır kadınca bilmek. O yüzden okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmak pahasına, başıma çokça gelen şeylerden bahsederek başlayayım bu yazıya.
Genelde taraflı olduğum söylenir. Yazdıklarım ve söylediklerimin tarafgirliğimin sonucunda olduğu düşünülür. Başıma hep bir “fazla” eklenir. Fazla Kürtçü, fazla feminist, aşırı....En çok duyduğum; laf olaylara “mesafeli” bakamadığımdır.
Sonra fazla duygusal bulunurum. Herkes beni, kendimi gördüklerime, duyduklarıma fazla kaptırmamam konusunda uyarır. Sağlığım, ruhsal ve fiziksel, endişe konusudur. Anlattıklarım hem dinlenir hem de aynı hızla unutulmak istenir.
Duygusal olduğum gibi gereksiz öfkeli olduğum da düşünülür, hayalperest olduğum da söylenmiştir. Yazdıklarımın bilgi değil, siyasi görüş olduğu kanısındadır birçok tanıdığım. Birdenbire konuşmanın ortasında “sen tabii daha mikro bakıyorsun, makro bakınca...” diye başlayan cümleler, “ben bunun gerçek olduğunu sanmıyorum” yorumları, “olaylara tek boyutlu bakmamak lazım”lar, “ne kadar genellenebilir ki bu?” lafları çokça karşıma çıkar.
Bir de bütün bunların üzerine fazla otoriter de bulunduğum olmuştur. Bir kadının iddialı konuşmasının beklenmedikliği karşısında haddini bilmemekle suçlanmasının çeşit çeşit çehreleri peşimi bırakmaz.
Bunların sadece benim derdim olmadığı açık. Türkiye’de sosyal bilim alanında üniversiteden tanıdığım bir dolu kadın akademisyen aynı dertlerden muzdariptir. Ya topyekün şüphelidirler. Ya da ne çalışırlarsa çalışsınlar, “o kadın meselesiyle ilgileniyor” denilerek gettolaştırılırlar.
Dünyada da farklı değildir. Örneğin belki de sosyal bilimlere ve modern, kapitalist siyasi yaşama dair en kökten eleştirileri getirmiş, yepyeni kapılar aralamış onlarca feminist yazara halihazırda sadece kadınlar referans verir. Kitapları “cinsiyet” bölümünde durur. Başına getirilen “feminist” ya da “cinsiyet çalışmaları” sıfatıyla dünya hakkında bir şey söylemiyorlar, özel bir konu ile ilgileniyormuşlar gibi yapılır. Böylece, kadınların bilme biçimleri, korunan ve kutsanan bir “bilimsellik” alanının dışında bırakılır.
Kısacası, sosyal bilim alanında çalışan bir kadın için en zor işlerden biri; erkek egemen bilme biçimleri içinde kendine yer açmak, söylediğinin duyulmasını sağlamaktır. Söylediğinin dinlenmesinden bahsetmiyorum. Sadece söylediğinin duyulmasından. Çünkü erkek egemen, endüstriyel ve kapitalist bir kültür içinde yeşermiş olan sosyal bilimlerin, bilmek ile ilgili varsaydığı her şey kadınların bilme biçimlerini sosyal bilimlerin dışında tutar. Çünkü sosyal bilimlerin sınırları çizilirken, kadınların ve aslında tüm ezilenlerin bilme biçimleri “bilme” halinden çıkartılmış, üzerinde konuşulacak, yorum yapılacak “veri” haline indirgenmiştir.
Aşağıda sosyal bilimlerin kadınların ve ezilenlerin bilme biçimlerini dışlarken, başvurduğu yöntemleri 4 başlık altında konu edeceğim: nesnellik, kanıt, genelleme ve gerçeklik. Kadınların bilme biçimleri, ezilme konumları ve üstlerine yüklenen iş bölümü sebebiyle bundan farklı seyirler izler. Bu sebeple kadın bilimi erkek biliminden konusu itibariyle değil, dayandığı bilme biçimleri, ilkeleri ve değerleri ile ayrılmalıdır.
Nesnellik
Sosyal bilimlerin kuşkusuz en önemli kurgularından biri, kendini nesnel olarak kodlamasıdır. Sosyal bilim incelediği konuyu “nesneleştirerek” ona “tarafsız” bir “mesafeden” baktığını iddia eder. Heyecan, öfke, duygusallık bilginin önünde bir engel olarak görülür. Duygulanımları “aşırı“ ve “normal” olarak derecelendiren batı erkek egemen kültürü, kadınları fazlasıyla mesafesiz ve öznel bulur. Kadınların kimi zaman doğaları, kimi zaman yetiştirme koşulları sebebiyle hakkında bilgi ürettikleri ve fikir yürüttükleri meseleyle fazlasıyla özdeşlik kurduğunu, “nesnesine” fazlasıyla bağlandığını varsayar.
Kadınlar bu varsayımlar karşısında sürekli töhmet altındadırlar ve hakkında konuştukları konu ile ilgili konuşmaya hakları olduğunu düşünmeleri için dahi çaba sarf etmeleri gerekir.
Annem aklıma geliyor. Her konu ile ilgili konuşurken önce seyrettiği televizyon programlarından örnekler veren annem. Dedikleri yarım kulak dinlenen annem. Ketum babalarının gözünün içine bakarak her kelimesinde altın bulan iki kız çocuğuna fikrini anlatmak için “fazla” konuşan annem.
Nesnellik kurgusu, yani sosyal bilimcinin çalıştığı konuya mesafe alarak bilgi üretmesini normalleştiren söylemler, sosyal bilimcinin toplumsal bir varlık olduğunu unutturmaya dayanır. Oysa her birey her an bir takım toplumsal ilişkiler içinde yer alır ve aslında her daim çeşitli mesafeler ve mesafesizlikler arasında siyasi tercihler yapar. İçinde bulunduğu toplumsal ilişkileri unutmak, ya da hangi toplumsal ilişkilerin bilginin önünde engel olduğunun karar verme yetisine sahip olduğunu hayal etmek, ancak sömürü zincirinin üst mertebelerinde yer alanlar için mümkündür.
Örneğin “bilim” ve düşünce ile bedensel yaşam birbirinden farklı olarak düşlenir. Bilim bir odada yalnız yapılan, konsantrasyon gerektiren, zihin temelli bir iş olarak resmedilir. Belki veri toplamak “sahada” yapılır, ancak “veriyi” bilgiye çevirmek sahadan ayrılmayı, sahadan çıkmayı, “düşünmeyi” gerektirir. Sahada kurduğunuz ilişkileri bitirmeyi, böylelikle nesnelleştirmeyi. Oysa genelde ezilenler, özelde kadınlar için böyle bir yaşamı kurmak kolay değildir. Üstelik arzu edilir de değildir. Kolay değildir çünkü kadınların bakım ve yeniden üretim emekleri bedenlerine, kadınlıklarına işlenmiştir. Bunları geride bırakamazlar. Bıraksalar daha az kadın olmakla suçlanırlar. Arzu edilir değildir; çünkü kadınlar bilme halini kendilerini dünyadan ayırmalarına değil, dünyanın tüm “pisliğine” ve “karmaşasına” batmalarına borçludurlar. Mesafe yerine “ilişkilenmenin” ürettiği sezgilerine güvenirler.
Kendini “dünyaya” mesafeli olarak hayal eden erkeklerin tümünün “yeniden üretimlerini” sağlayan kadınlar vardır arkalarında, yemeklerini pişiren, evlerini temizleyen, çocuklarına bakan... Kendini mesafeli olarak hayal eden erkekler kendilerini “toplumsal ilişkilerden” ayırt etmemişlerdir aslında. Başka bir takım toplumsal ilişkilerin, kurumsal normların, etik normallerin içine yerleşerek ilişkiselliklerini unutmayı başarmışlardır. “Ölçülü” konuşmanın, “bilmiş” yukarıdan bakmaların, hakkında konuştukları meseleyi “nesneleştirmenin” ötekini incitici hallerini fark etmemeleri için hepimiz, hep beraber uğraşırız. Onları “kırmamaya” gayret eder, “saygılı” davranır, “değer” verir, işlerine koşarız. Böylece bizler “özel meseleler” hakkında “fazla” ateşli konuşa duralım, onlar “dünya” hakkında konuştuklarını farz ederler.
Yani kanımca kadınca bilmenin ilk koşulu; nesnellik fantazisinden kurtularak konumunu, ilişkiselliğini açık eden bir bilme biçimini kutlamaktır. Böylelikle bilimin sorunsalı nesnel-öznel ikileminden çıkartılarak, üretim koşulları sorunsalı çerçevesinde tartışılabilir.
Rasyonellik ve göz, sezmek ve bilmek
Batı bilimleri bilmenin duyusu olarak gözü belirlemişlerdir. Mevcut cinsiyet ilişkilerinde; göz, görebilmek, hatta kuş bakışı bakabilmek, erkekliğin kurucu vasıflarından biridir. Erkekler bakar, kadınlar gözlerini kaçırır. Erkekler durur, kadınlar onların durabilmeleri için koşuşturur.
Sosyal bilimlerde “kanıt” sayılan her zaman görülebilen ve görüldüğü gösterilebilendir. Bu anlamıyla sosyal bilim ile sömürge militarizminin sıkı bir ilişkisi vardır. Gözetleme kuleleri, insansız hava uçakları, radarlar; nasıl ki militarizmin bilgisini üretirler, deneyler, görsel verilere çevrilen istatistikler, tablolar, haritalamalar da sosyal bilimin kanıtlarıdır. Oysa sömürgelerde yaşayanlar sezgileriyle hareket ederler. Seslere, kıpırdanmalara, yüz ifadelerine dikkat ederler. Örneğin Kürdistan’da operasyon yapılacağı seslerden, karşılaşmalardan, tensel ve sezgisel olarak anlaşılır. Havada bir koku vardır, gerginlik vardır. Baskı görerek değil, bakılmanın nesnesi olunarak tene çekilir.
Benzer bir biçimde kadınlar da sezerek bilirler. Kocası eve gelen kadın o gün dayak yiyip yemeyeceğini daha kapı çalınırken anlar mesela. Çocuğunun hasta olup olmayacağını, daha ateşi çıkmadan hisseder. Gözlerini kaçırmaya alışmış kadınlar, diğer tüm organları dikkat kesmiş yaşarlar. Yaşamlarını ilişkileri düzenlemeye adamış kadınlar, ortamdaki tüm duyguları teneffüs eder, o duygulara göre konumlanırlar.
Sezgi adı üstünde kolayca kanıtlanamaz. Dile gelmez. Tablolar çıkartılamaz, sayısallaştırılamazlar. Özellikle egemenlerin kendi tarihini dayattığı ortamlarda, ezilenlerin tarihinin, bilgisinin sürekli kesintiye uğradığı ortamlarda; bilgi gözle, sözle aktarılmaz. Maddelere siner. Bedenlere, seslere siner. Maddeleri ve bedenleri; en iyi, onlarla en çok haşır neşir olan çocuklar ve kadınlar okur.
Anneannemin okuyamadığım Arapça el yazısı aklıma geliyor. Biriktirdiği Ece takvimleri. Gazeteleri. Küçücük evinde koskocaman bir hüzünlü İstanbul tarihi.
Kadınca bilmek sezgilere, bedenlere ve maddelere hak ettiği önemi vermek demektir. Erkek bilimi sezgiyi isimlendiren dillere veri muamelesi yapar, başka bir sahaya, başka toplumsal ilişkilere çeker, gözetler, açıklar, kolonize eder. Kısacası kadınca bilmek toplumsal alanda üretilen farklı var oluşlara özgün farklı bilme biçimlerini hiyerarşize etmemek, onları bağlamına oturtmak, üstlerine konmadan yanlarında durmaktır.
Genelleştirme
Sosyal Bilimler için kıymetli olan bilgi genelleştirilebilecek bilgi olagelmiştir. Dünyayı ve yaşamı kategorileştirebilmek, büyük “gerçekliklerden” söz edebilmek sosyal bilimi “bilimsel” kılar. Sosyal bilimlerde en makbul fiil çekimi “dir” dir. Dünyanın ve tarihin tamamı hakkında bir lahzada konuşmak kabiliyettir.
Oysa tüm genelleştirmeler ve kategoriler şiddet içerir. Bunu modern hukuktan daha iyi ne sergilemiştir? Her tekil durumu genelleştirerek bir yasa içinde okumaya kalkışan hukuk, olayları tarihinden ve bağlamından kopartarak, yaşamı kodlar. Benzer biçimde sosyal bilimlerde ayrıntıları bir yana bırakarak, unutturarak, bilgi üretir. Her yere benzer fabrikaların, benzer toplumsal projelerin, benzer siyasi modellerin, benzer kalkınma izleklerinin uygulanmasına ve bu esnada büyük yıkımlar yapılmasına sebep olan düşünce temelini “bilimsellikten” alır.
Ezilenler ve özellikle kadınlar için bedenlerinin, yerelliklerinin, tarihlerinin ve tanıklıklarının tekilliği ve biricikliği sürekli genelleştirmelerin tehditi altında yaşayanlar için ise ayrıntı her şeydir.
Örneğin kadınlar için bir otobüs durağının nerede yapılacağı, halk ekmek dükkanın nerede kurulduğu, sağlık ocağında verilen pul parasının fiyatı, sütün tarihi, sokak lambasının yanması, evdeki eşyaların yeri, ağacın eğiminin gölgesi; evde hissetmekle hissetmemek; ay sonunu getirip getirmemek, güvenli yaşamakla yaşamamak arasındaki sınırı belirler.
İşte bu yüzden kadınca bilmek genellemelere karşı koymak demektir. Siyaseti de, bilgiyi de yerelden kurmak; komplo teorilerine değil insan hikayelerine icap etmektir.
Gerçek ve hakikat
Dünyanın en baş döndürücü tanıklıklarını kadınlar yazmıştır. Mesela aklımda Zabel Eseyan’ın Adana’daki Ermeni soykırımına, Rigoberta Menchu’nun Guetamala’daki halk katliamlarına, 17. yüzyılda Üsküp’te yaşayan Asiye Hatun’un kendi rüyalarına tanıklıkları var. Gerçekle, gerçek olmayan arasında gidip gelen tanıklıklar bunlar. Eseyan gördüklerine inanamamanın, olanları anlatamamanın akıl tutulmasında, Rigoberta Menchu halkının başına gelenleri bir çırpıda anlatmak isterken ve batının empatisini kazanarak savaşa karşı harekete getirmenin telaşında tarihi bilerek yanlış anlatıyor, Asiye Hatun Osmanlı’da başka türlü bir kadın olmanın azabında rüyalarında aşkı, ilahiyatı, isyanı ve kural tanımazlığı aynı anda yaşıyor. Halide Edip’i de unutmamak gerekir. Kendisinin dahi sonradan (erkekler arasında kazandığı toplumsal ve siyasi) pozisyona ve itibara yakıştırmadığı erken romanı Handan’da, değişen toplumsal hayata ayak uydurmaya kalkışırken, arzu ve cinsellik yeni biçimlere bürünürken, hissettiği duygular karşısında deliren bir kadını anlatıyor.
Kadınca bilmek olanla olmayan, görülenle görülmeyen, duyulanla duyulmayan arasında durmaya çalışırken, biraz da delirmektir işte. Ondan kadınlar gerçeklerden değil illa ki, ama muhakkak ve her zaman kadim hakikatlerden bahsederler.
Bu da babaannem için.
Bir kadın bilimi nasıl olur, üretim koşulları nelerdir, nerde yeşerir, neyi bilgi olarak görür, hangi etik değerleri açığa çıkarır, hangi mücadele alanlarında yeşerir? Jineoloji, Ortadoğu topraklarında işte bu konuları özgün bir tartışmaya açtı. Hepimizi bir kez daha bilgi dediğimiz şeyleri yeniden değerlendirmeye, tarihimizi başka ölçeklerde yeniden düşünmeye davet etti. Birbirinden binbir şekilde kopartılmış kadınları bedenlerine ve duygularına kazılmış, sezilmiş ortak bir tarihi hatırlamaya, birbirine kavuşmaya çağırdı. Jineolojiyi, feminist kazanımlardan beslenen, ancak (sosyal bilimlerde kurumlaştığı şekliyle) feministten farklı olarak, sıfat olarak kullanılıp daraltılmaya karşı çıkan bir dünya hakkında konuşma haline, bir gettolaşmamış talipliğe çağrı olarak görüyorum.
[Bu makalenin orijinali Yeni Özgür Politika`da yayımlandı.]